25 Nisan 2011 Pazartesi

Oyun İçin mi Yaratıldın?

Soru: 1) Umumi manada bütün insanlar, hususiyle de gençler için eğlenmek bir ihtiyaç mıdır? Şayet öyleyse, yeni nesillerin ciddiyetsiz olmalarına da meydan vermemek ve “Helâl dairesi keyfe kâfidir. Harama girmeye lüzum yoktur.” hakikatini de gözetmek şartıyla bu ihtiyacın karşılanması adına özellikle anne-baba ve eğitimciler neler yapabilirler?

-Allah’ın helal kıldığı çerçevede yeme-içme, rahat etme; israf, lüks ve fanteziye girmemekle beraber Cenab-ı Hakk’ın lutfettiği nimetlerden meşru dairede faydalanma; cismaniyet ve maddî hayat itibariyle onları kullanma duygusu hem kula verilmiş bir hak hem de insan olmanın muktezasıdır. Eğlenme de helal dairesinde kalmak ve harama bulaşmamak şartıyla bu kategoride değerlendirilebilir. (01:06)

-Asr-ı Saadet’te ata binme, koşu yarışı, deve müsabakaları, atıcılık ve bazı yerlerde de yüzme türünden sporlar yapılmıştır. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in, Hazreti Âişe ile zaman zaman koşu yarışı yaptığı, bu yarışları teşvik ettiği; kuvvetliliğiyle tanınan Rükâne adındaki sahâbîyle güreştiği ve onu yendiği; ok atmayı ve biniciliği öğrenmeye teşvik ettiği; hatta kazananlara zaman zaman maddî ödül verdiği rivayet edilmektedir. Ayrıca, Rasûlullah Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) bayram günü kendi aralarında def çalıp mersiyeler söyleyen cariyelere izin vermiş ve Habeşlilerin mızraklarla yaptıkları gösteriyi Hazreti Âişe ile birlikte seyretmiştir. (02:30)

-Dinimizde, gayr-i meşru eğlencelere, kasdî ve iradî olarak lâubâlîliğe, birilerini güldürmek için şakalar yapmaya, ölçüsüzce gülmeye ve güldürmeye, dolayısıyla zamanı israf etmeye müsaade yoktur. Bununla beraber, bazı hak dostlarının, sürekli marifet ufkunda bulunmaları itibarıyla hep mehabet ve mehafet yaşayan müritlerine biraz nefes aldırmak ve tam canları gırtlaklarına geldiği sırada onlara oksijen yudumlatmak için espri ve nüktelere başvurmaları türünden, bazen hikmet edalı olan ve belli bir gayeye matuf dile getirilen mizah diyebileceğimiz türden latife, nükte, kıssa ve menkıbelerin anlatılmasında da bir beis olmasa gerektir. (04:55)

-Sahabe-i kiram efendilerimiz, dinin i’lası yolundaki vazifelerini eksiksiz yapmak ve ibadet ü taat tavrıyla Habib-i Kibriya Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) benzemek için ölesiye bir gayret sarf ediyorlardı. Fakat bazen bu hal ve gönüllerinde duydukları sorumluluk onlara çok ağır geliyordu. Bundan dolayı, bir gün onlar Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek kendilerine az soluk aldıracak bir kıssa talebinde bulunmuşlardı. Onların bu istekleri murad-ı ilâhiye muvafık düştüğünden Cenâb-ı Hak da sûre-i Yûsuf’u indirmişti. (06:03)

-Şimdilerde genç-ihtiyar, kadın-erkek, okumuş-okumamış hemen herkes televizyondan sonra İnternet denen devvâr u gaddârın elinde de bir oyuncak ve bu sihirbazın meshûr (büyülenmiş) bir piyonu halini almaya başlamıştır. Mevcut durumu itibarıyla o, bedeni ve cismâniyeti, ruhun ve kalbin önüne çıkararak, vicdana kezzâp döküp insan hissiyatını köreltmekte; gıybete ve iftirâya prim vererek dünya kadar bühtân bağımlısı yetiştirmekte ve bilhassa gençleri ve çocukları çirkin şeylere özendirmekte, haramlara alıştırmaktadır. Anne, baba ve eğitimciler İnternet kullanımını mutlaka kontrol altına almalı; çocuklarını kafa ve vücud sağlığını destekleyen sporlara yönlendirmelidir ki, “Çocuklarınıza yüzmeyi, atıcılığı ve biniciliği öğretin” hadisi de bize -bir yönüyle- bu ufku göstermektedir. (09:36)

-Televizyon ve İnternet gibi, derin düşünmeden ve fikri zorlamadan bilgi elde etmeye yarayan ama bugün çokları tarafından oyun ve eğlence için kullanılan teknoloji ürünleri kitap okumanın yerini almaktadır ki, günümüzün nesillerinin sığlaşmasına yol açan en büyük tehlikelerden biri de budur. Zira, bilgisayar ve İnternet’le iştigali bir hobi haline getirmek, insanın zihnî müktesebatına zarar vereceği gibi, çoğu zaman bilhassa gençlerin iffetsizliğe düşmelerine ve hatta bazı yuvaların yıkılmasına da sebep olur. (11.25)

Soru: 2) Üstad Hazretleri bir vesileyle, “Beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesâta da ihtiyaç duyar. Fakat bu keyifli hevesât, beşte bir ile sınırlandırılmalı; yoksa hevânın sırr-ı hikmetine münafi olur.” diyor. “Keyifli hevesât” sözüyle ne kastedilmektedir? Hevânın sırr-ı hikmeti nedir? (13.11)

-Belli kural ve kaideler çerçevesinde karşılıklı konuşma, herhangi bir hakikatin/hakikatlerin vuzuh ve inkişafı adına fikir teâtîsinde bulunma diyebileceğimiz ‘münazara’, aynı kanun ve esaslara dayanarak beyin fırtınası yaşamanın, müşterek düşünmenin, insaflı ifade ve beyanın ayrı bir unvanıdır. Biraz daha açacak olursak, münazara, iki veya daha fazla münazırın, herhangi bir konuda, okunup yorumlanacak bir obje, bir nesne vesaireyi doğru okuyup doğru yorumlamak suretiyle gerçeğe ulaşma gayreti; münazara esnasında ortaya konan mülâhaza ve bu mülâhazalara bağlı çağrışımların vaad ettikleri de nazar-ı itibara alınarak tam bir hakperestlik hissiyle bütün bir düşünce gücünün gerçeği bulmaya teksif edilmesi ameliyesidir. Kanaatimce, bu türlü münazaralar, bilgi yarışmaları ve bilim olimpiyatları, “keyifli hevesat” ihtiyacını karşılama noktasında gençlerin önlerine konabilecek en önemli alternatiflerdendir. (13:38)

-Günümüzde, görev ve meslek dışında severek yapılan, dinlendirici çalışmalara hobi deniliyor. Aslında hobi, bir yönüyle heva ve hevesin rüzgarını arkaya alıp iş yapma demektir ki, bu mesele gençlerin her türlü gelişmesi noktasında da işletilebilir. (15:53)

-Anne, baba ve eğitimciler, çocukların ve gençlerin ruhlarına hakikat aşkı aşılayıp onları kitap müzakeresi ve münazaralar gibi faydalı meşguliyetlere sevketmelidirler. Genç dimağlara, özellikle sayfaların kenarlarına şerhler düşerek, yorum ve tahlillerde bulunarak, mukayeselere girişerek derin ve farklı okuma yollarını göstermeli; onlara sorgulayarak okumayı ve müzakere yapmayı mutlaka sevdirmelidirler. (17:40)

-Leyla Hanım, “Hevâ-yı nefsime uydum, pek çok günah ettim / Huzura hangi yüzle varayım ya Resûlullah!” der. Onunla aynı ufku paylaşanlar, suç ve hatalarını itiraf etmişlerdir. Heyhat ki, bugün ekseriyet bu itirafı dile getirmese de, toplumumuz hiçbir zaman bu çağda olduğu kadar cahil kalmamış, derbeder olmamış ve fikrî bir iflas yaşamamıştır. (22:41)

Soru: 3) Yaşıtı olan çocuklar, “Yahya, gel, sen de bize katıl; beraberce oynayalım!” dedikleri zaman, “Ben, oyun için yaratılmadım!” cevabını veren Hazreti Yahya’nın bu düşüncesi bir ufuk meselesi midir? Menkıbe de olsa, bundan da alınacak bir ibretten bahsedilebilir mi? (26:55)

-Yaşı açısından daha küçücük bir çocuk iken, Allah Teâlâ’nın hususî lütuflarına mazhar olan ve kendisine hikmet verilen Hazreti Yahya (aleyhisselam) neslimiz için en güzel örneklerden birisidir. Rivâyete göre; yaşıtı olan çocuklar, “Yahya, gel, sen de bize katıl; beraberce oynayalım!” dedikleri zaman, “Ben, oyun için yaratılmadım” diyen Aziz Nebî, oynamak çocukların şiarı olmasına rağmen, kendisi daha o yaşta hilkatin gayesini kavramış, dünyevî meşgalelerden mümkün olduğunca uzaklaşmış ve yaratılış hikmetine uygun bir gidişâtı ihtiyar etmiştir. (27:19)

-Hazreti Yahya’nın o inceliğini ziyadesiyle Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’de de görmek mümkündür. O da ilk yıllarında zaman zaman çocukların arasına karışmıştı ama hep bir nezafet, nezahet ve üstünlük sergilemişti. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) daha altı, yedi yaşlarındayken üzerini değiştireceği zaman amcası Ebu Talib’e, “Amca üzerimi değiştireceğim, lütfen sırtını dön.” diyecek ölçüde bir hayâ ve iffet abidesiydi. (29:09)

-Bir iffet ve fetanet abidesi olan Hazreti Yahya, bizim için de örnektir ve onun “Oyun için yaratılmadım!” düşüncesinin bize ifade edeceği çok mana vardır. (33.00)

Toplumun İleri Gelenleri ve Gönüllerin Fethi

Toplumun İleri Gelenleri ve Gönüllerin Fethi

Soru: Yaşadıkları mekân, yedikleri yemek, kullandıkları vasıta vb. hususları göz önünde bulundurup kendilerini farklı ve üstün konumda kabul eden muhatapların gönüllerine, insanî değerleri duyurmaya çalışırken nasıl bir yol ve usûl takip edilmelidir?

Cevap: Ellerindeki maddî imkân ve gücü esas alıp kendinden başka kimseyi görmeyen, dünyayı heva u heves ve nefsanîliklerine göre dizayn etmek isteyen ve başkalarına da halayık nazarıyla bakan bir anlayış, bugün, dünyanın doğusunda-batısında var olduğu gibi ülkemizde de mevcuttur. Hatta bu anlayış, insanlık tarihi boyunca hemen her zaman mevcudiyetini korumuştur ve belki bundan sonra da varlığını sürdürmeye devam edecektir. Bununla beraber bilinmesi gerekir ki, kast sistemi diyebileceğimiz bu zihniyet, insanlığın kaderine her zaman hâkim olamamış, tarihin belli dönemlerinde güç kaybına uğramış, dar bir alan içinde kalmış; kalmış ve toplumu halayık yani boynu tasmalı kapıkulları yapma imkânı bulamamıştır. İmkân bulamayınca da böyle bir anlayışın tahripkâr tesirleri toplumun her yanına sirayet etmemiş/edememiştir.

Bu arada şunu ifade edeyim ki, meydana gelen bu olumsuzlukları, sadece oligarşik zihniyetin temerrüt ve inatlarına, zulüm ve kaba kuvvet kullanmalarına, ellerine fırsat geçtiğinde bütün alanları işgal etmelerine vermemeliyiz. Beri taraftan, hakka sahip çıkması gereken insanların gaflet, zühul, hesapsızlık ve plansızlığının da böyle bir sonucun ortaya çıkmasına sebebiyet verdiğini bir realite olarak kabul etmemiz gerekir. Çünkü istihkak kesb etmeden hiç kimse o zalimlerin tahakkümü altında ezilmez. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan:

وَمَۤا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ

“Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Şûrâ Sûresi, 42/30) buyurarak, başımıza gelen musibetlerin yine bizim yapıp ettiklerimizden kaynaklandığını haber veriyor. Yani Kur’ân, bir mânâda bize, “başınıza dolanan o dolapları, maruz kaldığınız o mekr ve hileleri siz kendi elinizle kendiniz yaptınız” buyuruyor. İnsan hiç kendi eliyle kendisine zarar verir mi? Evet, verir. Çünkü insan nefis sevdasına düşüp varlık gayesini unutmuş, bugünü-yarını göremeyecek bir gaflete dalmışsa kendi eliyle kendine zarar veriyor demektir. Dolayısıyla böyle olumsuz bir mesele –hâşâ– kader-i ilâhîye değil ancak bize nispet edilir. Bütün bu ihmal ve gaflete rağmen bir kısım güzellikler var ise, onlar da Allah’a aittir. Zannediyorum mebdede meseleyi bu şekilde tespit edip ele almalıyız.
“Hakkımı Vermem” Diyen İrade Kahramanları

Asıl konumuza dönecek olursak, evet, bugün siz, dünyanın pek çok yerinde aynı tabloyla karşı karşıya kalırsınız. Yani sermayeyi ellerinde tutan, hâkimiyeti ele geçiren, halka bakarken yere bakıyor gibi küçümseyici ve tahkir edici bir bakışla bakan, kendilerine ise göklere bakıyor gibi bir gurur ve kibirle bakan sınıf ve zümreler toplumların kaderine hâkim gibi görünmektedir. Bu acı tablo karşısında yapılması gereken ise, hak ve hakikat yolcularının, basiret ve firasetle haksızlıklar karşısında iradelerinin hakkını vermeleridir. Merhum Âkif bir yerde “Hakkımı vermem” diyenin hak sahibi olduğuna dikkat çeker. Bu, haksızlıklar karşısında bağırıp çağırma ve yaygara koparma demek değildir. Çünkü mücerret bağırıp çağırma hakkın istirdadı noktasında hiçbir şey ifade etmez. Başta yapılması gereken, insanın hakkını muhafaza mevzuunda uyanık, müteyakkız ve kararlı bir tavır ortaya koymasıdır. Eğer fert, her şeye rağmen hakkını başkalarına kaptırmışsa, o zaman da onu istirdat yolunda her türlü fedakârlığı göğüslemeli, basiret ve firasetle, adalet dairesi içinde ve hukuka riayet çerçevesinde kararlı bir şekilde hakkını geri alma gayreti içinde bulunmalıdır.

Ayrıca, bu mevzuda hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Zira beşer tarihi göz önünde bulundurulduğunda görülecektir ki, insanların sırtından geçinen zümreler ilelebet aynı konumu muhafaza edememiş, hak ve hakikat yolcularının güzel temsilleri neticesinde gün gelmiş ya gittikleri yolun yanlışlığını anlayıp o yoldan geri dönmüş veya hak ve adalete teslim olmak zorunda kalmışlardır. Meselâ, devr-i risalet-penahiye bakıldığında, bu tür bir değişim ve dönüşümü müşâhede edebilirsiniz. Bildiğiniz gibi, İki Cihan Serveri’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanan ilk insanlar arasında Bilal-i Habeşi, Zeyd b. Harise, Ammar b. Yasir gibi toplum tarafından küçük görülüp tahkir edilen insanlar vardı. Ayrıca Kufe Mektebi’nin müessisi diyebileceğimiz, İbrahim en-Nehaî, Esved b. Yezid, Alkame b. Kays gibi tâbiînin önde gelen imamlarına rehberlik yapan Abdullah İbn Mes’ud Hazretleri, İslamiyet’i tanıdığı esnada çobanlık yaparak geçimini temin ediyordu. İlk iman edenlerden birisi olan Hazreti Ali de fakirlerden fakir bir insandı. Cafer b. Ebî Talib’in (radıyallahu anh) durumu da Hazreti Ali’den farklı değildi. Görüldüğü üzere Allah Resûlü’ne ilk olarak iman eden o saff-ı evvel içinde, fakr u zaruret içinde bulunan, ezilip hor görülen bir hayli insan vardı.

Nitekim hadis ve siyer kitaplarında geçtiği üzere, Heraklius Antakya’ya geldiğinde Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), Hazreti Dıhye’yi namesiyle birlikte ona göndermişti. O esnada Ebû Süfyan da orada bulunuyordu. Heraklius, Ebû Süfyan’a Resûl-i Ekrem Efendimiz’le alâkalı birçok soru sormuştu. Bu sorulardan birisi de, Allah Resûlü’ne iman edenlerin kimler olduğuydu. Ebû Süfyan, bu soruya, “O’na halkın fakirleri iltihak ediyor.” şeklinde cevap verdi. Beni Ümeyye’den olan Ebû Süfyan, o sırada Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) can alıcı hasmıydı. Buna rağmen Ebû Süfyan, Heraklius’un sorduğu sorulara hakperestlikle cevap vermişti.

Hüsrev Gibi Hanlar ve Yumuşayan Gönüller

Fakat ilerleyen zaman içinde görüleceği üzere, mebdede her ne kadar merkezi tutanlar fakir fukara olsa da gün gelmiş, toplumun ileri gelen büyükleri, senadid dediğimiz şahıslar da Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) etrafında bir halka teşkil etmeye başlamıştır. Mesela çok onurlu bir insan olan Hazreti Hamza, bir gün gelmiş, Peygamber Efendimiz’e karşı söylenen nâsezâ, nâbecâ sözler karşısında gayret-i insaniyesi coşmuş ve bir yönüyle haksızlığa karşı başkaldırmıştır. Demek ki, böyle bir istidat onun cevher ve ruhunda varmış. Belki muvakkat bir tereddüt yaşamıştı. Ama zamanı geldiğinde kendisini Allah davasına öyle bir bağladı ki, onun Uhud muharebesinde nasıl uçtuğunu biliyorsunuz. Öyle ki, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize onun adının göklerde “Allah’ın Aslanı” diye yazıldığını haber veriyor. Hatta Mekke’nin fethine kadar hep temerrüt içinde bulunan Ebû Süfyan bile o günden sonra Allah Resûlü’nün yanında yerini almıştır. Onun oğulları ve ahfadı da aynı şekilde İslâm davasına sahip çıkmışlardır.

Bu açıdan kendilerini kast sisteminin en üst basamağında gören ve hakkı ezmek haklarıymış gibi davranan o oligarşik azınlık içinden de “nice servi revan canlar, nice gül yüzlü sultanlar ve nice Hüsrev gibi hanlar” çıkacak ve insanlık davasına omuz vereceklerdir. Günümüzde de değişik vesilelerle bunun emarelerini görebilirsiniz. Belki bir yağmur gibi olmasa da yapraklara konmuş bir şebnem ve jale gibi bunun emareleri görülmektedir. Meselâ dünyevî imkânları çok iyi olan, toplumun üst basamaklarında bulunan şahısların, Anadolu insanının başlattığı eğitim hareketini takdir edip “Müsaade ederseniz, bir yerde çağımıza uygun şöyle bir okul da ben yaptırmak istiyorum!” şeklinde tekliflerde bulunduklarına sizler de şahit olmuşsunuzdur.

Evet, siz İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirleri gözden geçirin, Gaziantep’e uzanın, oradan Adana ve Antalya’ya geçin, ülkemizin farklı beldelerinde çok farklı kesimlerden insanların eğitim hizmetine sahip çıktığını göreceksiniz. Meselâ, yakın bir zaman önce, arkadaşlar, Akdeniz bölgesinde bir vilayette bir zatın tek başına bir üniversite yaptırdığını, onu gören başka bir şahsın da, “Bir üniversite de ben yaptırmak istiyorum.” teklifinde bulunduğunu nakletmişlerdi. Öyle anlaşılıyor ki, bugüne kadar ciddi bir şekilde eğitim meselesine sahip çıkılmadığını gören insanlar, günümüzde eğitime yapılan yatırımların yerinde kullanıldığını, çarçur edilmediğini, cevher gibi, sevgi ve hoşgörüyle, ilim ve irfanla mücehhez bir nesl-i cedidin yetiştirildiğini görünce işin hakkaniyetine kanaat getirdi, ona gönülden teveccühte bulundu ve o işi sahiplendiler.

Bütün bunları söylememdeki maksadım şudur: Dünyevî imkânlara sahip, dünyevîliklerle âdeta ihata edilmiş insanlar hakkında olumsuz önyargılar taşımak ve bundan dolayı onlarla münasebet tesis etmemek doğru bir bakış açısının ürünü değildir. Başka bir ifadeyle, bütün bir toplumu ilgilendiren eğitim gibi önemli bir meseleyi, sadece Anadolu’daki fakir fukaraya veya orta tabakada bulunan insanlara arz etme düşüncesi yanlıştır. Belki bir dönem bu bir mecburi istikametti, öyle olması gerekiyordu. “Anadolu insanı” dediğimiz o fakir fukara, işin başlangıcında her türlü fedakârlık ve hasbiliği yaptı, ilim ve irfan hareketine evvelemirde onlar hüsnükabul gösterdi, onlar sahip çıktı. Fakat kanaatimce günümüzde himmeti âli tutup milletimizin ana davası diyebileceğimiz eğitim meselesini her yere, herkese ulaştırmak gerekir.

Ebû Cehil Kurtulamasa da İkrime Kurtuldu

Bir misal olması açısından ifade edeyim: Kim bilir İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) cehlin babası dediğimiz Ebû Cehil’in kapısının tokmağına kaç defa dokunmuş ve bütün olumsuzluklara rağmen kaç defa mesajını ona sunmuştur. Çünkü Ebû Cehil, Benî Mahzum’un önde gelenlerinden birisiydi. O, İslamiyet’e girdiği takdirde bütün kabilesi onun arkasından gelebilirdi. Bunun için Allah Resûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) ona da diğer müşriklere de, mefkûresi uğruna hiçbir zaman kırılmamış, gönül koymamış ve her fırsatı değerlendirerek sürekli onların kapılarının eşiklerini aşındırmıştı. Evet, yıldızların ayaklarının altında kaldırım taşı gibi serileceği Âlemlerin Sultanı, İki Cihan Serveri, gelmiş gitmiş ve sürekli onlara mesajını sunmuştu. İman, Ebû Cehil’e nasip olmasa da Efendiler Efendisi’nin (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) o inceliği, şefkat ve re’feti oğlu İkrime’ye tesir etmiş ve o, bir gün gelip iman etmişti. Sonra da fevt ettiği, vaktine kavuşup da eda edemediği o civanmertliğin kazasını yapmak istemişti. Âdeta geçmişte bıraktığı bütün kirlerin zail olması için gayret göstermiş, belki de elli yerinden yara aldığı Yermük savaşında şehit olmuştu. Ben hayret ediyorum, bir insan iki üç senede nasıl böyle bir evc-i kemalat-ı insaniyeye çıkabilir? Bildiğiniz üzere Hazreti İkrime’yi şehit olmadan evvel çadırına getirip yatırıyorlar. Hidayetine vesile olan, onu tutup Resûl-i Ekrem Efendimiz’e teslim eden hanımı da başında bekliyor. Hazreti İkrime bir aralık doğruluyor, başını kaldırıyor ve: “Sen mi geldin Ya Resûlallah? Vazifemi yaptım mı?” diyor. Çünkü o, kılıcıyla gelip Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) teslim olduğunda, sahip olduğu kılıcın hakkını vereceğine dair O’na söz vermişti.

Senadid diyebileceğimiz toplumun ileri gelen insanlarının İslâmiyet’e iltihak etmeleri, diğer insanlar üzerinde de tesir icra etmiş ve bu durum onların da fevç fevç İslâmiyet’e dehalet etmelerine vesile olmuştur. Nitekim Mekke fethini müteakip bütün taife ve kabilelerin Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi efdalu’t-tahiyyât ve ekmelü’t-teslîmât) etrafında farklı bir hale teşkil ettiğini gören uzaktaki kabileler: “Mekke’nin ileri gelenleri, rehber, pişuva ve pişdarlarımız İslâmiyet’e iltihak ettiklerine göre bize de iltihak sırası geldi.” demiş ve Müslüman olmuşlardır. Bu açıdan bütün vesileleri değerlendirerek çok alternatifli yürümek ve hiç bıkmadan, usanmadan, darılmadan ve gönül koymadan herkesin kapısının tokmağına dokunmak mü’min fert üzerine düşen bir vecibedir. Siz bunu yaparken belki size gerici ve yobaz diyecek, belki de daha farklı hakaretlerde bulunacaklardır. Fakat bu öyle bir mesele ki, bir insanın ebedî, sonsuz bir hayatı kazanması veya kaybetmesi bu işe bağlı.

İşte şayet sizin mesajınız, onların ebedî cennet hayatını kazanmasının sırlı ve sihirli bir vesilesi, bir anahtarıysa bu anahtarı onların eline tutuşturmak için kanaatimce elli defa el ve etek öpülse değer. Bu açıdan Kur’ân hadimleri, “dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz gerek” diyerek bu türlü şeylere takılmamalıdır. İnanan gönüllerin, Allah’a veya Efendiler Efendisi’ne (aleyhissalâtü vesselâm) hakaret edildiği zaman rahatsızlık duymamaları düşünülemez. Fakat bu tür olumsuzlukları, bu tür hakaretleri Allah ve Resûlü’nü bilmeyen o insanların gönüllerinden söküp atmak için bu mevzuda da azm u cehde ve hep kararlı durmaya ihtiyaç vardır. Siz bıkma ve usanma bilmeden bu konuda o kadar ısrarcı olacaksınız ki, belki muhataplarınız “Yine mi siz?” diyecekler. Siz de, gülümseyecek ve “Yine biz geldik!” diyeceksiniz. Her defasında farklı bir şeyle onların kapılarına gideceksiniz. Daha önceki gidişinizde bir çorba götürmüşseniz, şimdi aşureyle gideceksiniz. Bir başka seferinde su böreğiyle kapının tokmağına dokunacaksınız. Başka bir zaman ise kapısına gidip: “Senin hakkında güzel bir şey duydum. Onu sana haber vereyim de gönlün rahat etsin diye geldim.” diyeceksiniz. Hâsılı, her seferinde farklı bir argüman kullanarak, o insanların kurtuluşuna vesile olmak ve böylece Hakk’ın hoşnutluğunu kazanabilmek için bıkmadan, usanmadan eşik aşındırmaya devam edeceksiniz.

10 Mart 2011 Perşembe

Bir Peygamber Ahlâkı: İstiğna

Soru: Dünyevîlik ve menfaat düşüncesi gibi bulaşıcı hastalıkların, toplumun bütün katmanlarına, hayatın her tarafına sirayet ettiği günümüzde bir peygamber ahlâkı olan istiğna disiplinini hayatımıza nasıl tatbik edebiliriz? Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: İstiğna; insanın Allah’tan başka hiçbir kimseye el açmaması, yüzsuyu dökmemesi; aç ve susuz kaldığı zamanlarda dahi halka arz-ı ihtiyaçta bulunmaması ve hayatını hep gönül zenginliği, gönül tokluğuyla iffet dairesi içinde sürdürmesi demektir. İstiğna, peygamberlik mesleğinin çok önemli bir düsturu ve Allah ahlâkı ile ahlâklanmanın da bir tezahürüdür. Çünkü Allah (celle celâluhu) Samed’dir; her şey O’na muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Evet, O, Ganiyy-i alel’ıtlak, Müstağni-i Mutlak’tır.

İnsana gelince onun bir kısım şeylere ihtiyacı vardır. Bu sebeple insan için mukayyet istiğna tabirini kullanmak daha doğru olur zannediyorum. İşte insanlık âleminin medar-ı iftiharları enbiya-yı izam efendilerimiz, müstağni-i mukayyet olarak, hayatları boyunca hep istiğna ruhuyla yaşamış; isteyeceklerini yalnız Allah’tan istemiş, dertlerini yalnız O’na açmış; eda ettikleri risalet vazifesi, yaptıkları hizmet ve fedakârlıklar karşısında da hiç mi hiç beklentiye girmemiş, ücret talebinde bulunmamışlardır.

Kur’ân-ı Kerim pek çok yerde bu hususa dikkat çeker ve enbiya-yı izamın ağzından

وَمَۤا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden hiçbir şey istemiyorum, ücretim ve mükâfatım münhasıran Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuarâ sûresi, 26/109) hakikatini ilan eder. Meselâ Şuarâ sûresinde Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut ve Hz. Şuayb’ın (ala nebiyyina ve aleyhimüssalâtü vesselâm) sergüzeşt-i hayatları, maceraları, misyonları, konumları silsile hâlinde anlatılırken, her seferinde o büyük peygamberlerin lisan-ı mübareklerinden bu husus bir kez daha dile getirilir.
Bu açıdan peygamberlik mesleğinin hakiki mirasçıları, dava-i nübüvvetin vârisleri de son nefeslerini verinceye dek hep istiğna ruhuyla hareket etmeli, müstağni yaşamalı ve asla Allah’tan başka hiç kimse karşısında bel kırmamalı, boyun bükmemeli, minnet altına girmemelidir. Çünkü –Rabbim muhafaza buyursun– hizmet insanı, minnet altına girerse, altına girdiği minnetin diyetini çok ağır bir şekilde ödemek zorunda kalabilir. Bu sebeple iman ve Kur’ân hizmetinde bulunanlar, bir ömür boyu iktisat ve kanaat düsturlarına sımsıkı sarılmalı, icabında aç kalmalı, gerekirse günde bir öğünle iktifa etmeli, fakat kat’iyen başkalarına diyet ödeyecek bir duruma düşmemelidir. Evet, onlar ister şahısları, isterse aile ve yakınları itibarıyla el âleme el açmaktan, tese’ülde bulunmaktan uzak kalmalıdır. Zira her el açış, her tekeffüf Allah’ın inayet ve rahmetinden, O’nun tutup kaldırmasından bir adım uzaklaşma ve kazanma kuşağında bir kayıp, bir hüsran yaşama demektir.

Adanmış Bir Ruh Her Zaman Hür ve Azat Olmalı

Burada bir haşiye düşerek meseleyi biraz daha açmak istiyorum: Meselâ ilminiz, irfanınız, aşk u heyecanınız itibarıyla sizin topluma faydalı olabileceğinizi düşünen insanlar, değişik programlara sizi davet edebilir, arabalarıyla alıp bir yerden bir yere götürmek isteyebilir veya “şununla uçak bileti alır, yol masraflarınızı karşılarsınız” vs. diyerek size bir şeyler vermeyi teklif edebilirler. Fakat eğer imkânınız varsa, gücünüz yetiyorsa, gönüllü olarak gittiğiniz bir programa katılmak için dahi bir yerden bir yere intikalinizi kendi imkânlarınızla yapmalı; kimseye bâr olmamaya bakmalısınız.

Aksi halde, yapılan hizmet ve faaliyetlerden dolayı bir beklenti içine girilirse, hem peygamber mesleğine muhalefet edilmiş, hem de adanmışlık ruhuna halel getirilmiş olur. Böyle bir tavır aynı zamanda adanmış bir ruhun kendi tesirini kendi eliyle kırması demektir. Evet, istiğna disiplinine bağlı hareket edilmezse, belki kendisinden ciddi mânâda istifade edilebilecek bir donanım ve konumu olsa dahi o insan, hiç farkına varmaksızın, bir nev’i vesâyet altına girmiş, kendi eliyle, kendi el ve ayağına zincir vurmuş olur.

Dine hizmet yolunda koşturan bir insan, belki kendi el emeği ve alın teriyle, bazen yazarak, bazen çizerek, bazen de öğretmenlik yaparak zaruri ihtiyaçlarını temin edecek seviyede bir şeyler kazanabilir. Ancak, “hizmet yapıyorum”, “hizmet yolunda koşturan bir ferdim” diyerek belli imkânlara kavuşmayı düşünme, zengin olmaya çalışma ve hele konumunu kullanarak çevresini, yakınlarını kayırma gibi bir niyet ve teşebbüs içinde bulunma, asla unutulmaması gerekir ki tepeden tırnağa kadar izzet, itibar ve istiğnaya dayalı adanmışlık ruhuna aykırı tavır ve davranışlardır. Bu açıdan hak ve hakikat yolcuları, hiçbir zaman bir başkasına bel kırma, boyun bükme, medyuniyet hissetme şeklinde diyet ödeme mecburiyetinde kalmamalıdır. Evet, dine hizmet eden, kendini evrensel değerlere adamış bulunanlar kat’iyen vesâyet yaşamamalı; her zaman hür, serbest ve azat olmalıdır.

Gel gör ki, belli bir dönem biz de, vaaz ederken, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker vazifesinde bulunurken maalesef maaş aldık. Rabbim taksiratımızı affetsin. Vâkıa, fukaha imamlık yapacak kimse kalmadığı zaman, bu vazifenin bütün bütün terke uğramaması için imamların maaş almasına ruhsat vermiştir. Fakat asıl olan maaş almadan imamlık, maaş almadan müezzinlik ve maaş almadan vaizlik yapmaktır. Ama neylersin ki, fakir ailenin çocuklarıydık. Maaş almadan iaşeyi temin etmek pek mümkün görünmüyordu. Fakat belki de, bir yerde taş kırıp amelelik yaparak alın teri ile kazanıp daha sonra da vaaz u nasihat yapabilirdik. Verdikleri maaşı da el sürmeden fakir fukaraya dağıtabilirdik. Ne yazık ki, böyle olmamıştır ve itiraf etmek gerekir ki, bunlar da bizim hatalarımızdır.

Gönüllerde Kalıcı Müessiriyetin Yolu

Sözün başında mutlak ve mukayyet istiğna tabirlerinden bahsetmiştik. Eğer, enbiya-i izamın istiğnasına mukayyet istiğna diyecek olursak, günümüzde Kur’ân’a dilbeste olmuş adanmış ruhlar da, onlara tâbi olmanın bir gereği olarak, elden geldiğince mukayyedin mukayyedi bir istiğna içinde olmalıdır. Biraz önce ifade edildiği gibi bir öğüne güçleri yetiyorsa bir öğünle iktifa etmeli; günde üç bardak çay içmenin altından kalkamayacaklarsa bir bardakla yetinmeli; yetinmeli ve hep müstağni yaşayarak kredilerine asla toz kondurmamalılar.

Bütün bunlar, elbette ki falanın filanın öyle bilmesi için yapılmaz. Fakat insanların, ortaya konan hakikatleri kabullenip benimsemeleri, hakkınızda suizan etmemelerine, size güvenip itimat etmelerine bağlıdır. Öyle ki kırk yıl boyunca beraber olduğunuz insanlar neticede şunu demelidir: “Biz otuz-kırk senedir bu insanları takip ediyoruz. Gördük ki, hiçbiri bir yerlerden bir şey aparıp da biriktirmiş değil, ne borsada ne de başka bir yerde hisse senetleri var. Dünyada bir dikili taşları dahi mevcut değil. Yakınlarından herhangi birini kayırdıklarına da şahit olmadık. Belli ki, bu insanlar sadece “rıza”ya kilitlenmişler ve ondan başka bir mülâhazaları da yok. Âdeta kendilerini ve sahip oldukları her şeyi Cenâb-ı Hakk’a satmış ve bununla Cennet’i peylemişler.” Bir kez daha ifade edelim ki, Hakk’a adanmış bir gönül elbette ki bu türlü demelere, görmelere, söylemelere bağlı bir hayat yaşamaz/yaşamamalıdır. Fakat bu disiplinlere bağlı bir hayat çizgisinin de gönüllerde çok önemli ve kalıcı bir tesirinin olacağı muhakkaktır.

İstiğna konusunda dikkat edilecek önemli hususlardan biri de “Başkaları hassas davranmıyor, o hâlde ben de bu mevzuda biraz daha esnek hareket edebilirim.” anlayışıdır. Bu anlayış, insanın kendi kendini kandırmasından başka bir şey değildir. Zira musibette herkesle beraber olmak ötede hiçbir mânâ ifade etmez, ahirette insana hiçbir fayda sağlamaz. Dolayısıyla, “başkaları bu konuda hassasiyet göstermiyor, bu mesele artık belva-yı âmm olmuş, öyleyse biz de belli ölçüde yiyebilir, içebilir ve daha geniş imkânlara sahip olabiliriz.” şeklinde düşünmek insanı helâke sürükleyecek yanlış bir bakış açısıdır. Bilakis her fert çevresine bakarken şöyle düşünmelidir: “Arkadaşlarımın kıvamını koruma, istiğna mevzuunda onlardaki hassasiyet şuurunu ve metafizik gerilimi muhafaza adına elimden gelen gayreti göstermeli ve böylece onların, dünyanın cazibedar güzelliklerine kapılarak mahvolup gitmelerine engel olmaya çalışmalıyım.” Bilhassa sevk ve idare konumunda bulunan kimseler, bir taraftan çok ciddi bir hassasiyet ve titizlikle bu konuda çizgilerini koruyup örnek olurken, diğer taraftan da çevresindeki insanlara bu ruhu aşılamalı, onları sürekli rehabilite etmeli ve bu konuda herhangi bir boşluk ve zaafın meydana gelmesine fırsat vermemelidir.

Makam-Mansıp Mevzuunda da İstiğna

Diğer yandan istiğna sadece maddî ücretlerle alâkalı bir mesele değildir. Cenâb-ı Hakk’ın insana bahşettiği akıl, zekâ, mantık ve muhakeme kabiliyeti, sevk ve idaredeki yüksek performans gibi donanımlar da bir imtihan vesilesidir. İşte bu tür mazhariyetler sonucunda elde edilebilecek maddî-mânevî makam ve mansıplar, ad ve unvanlar, nam u nişan, teveccüh ve iltifatlar mevzuunda da insan beklentiye girmemeli ve hep istiğna ruhuyla hareket etmelidir. Üstad Hazretleri bir yerde sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbuiyete, tabiiyetin tercih edilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Yani varsın, önümüze başkaları geçsin, başkaları imam olsun. Meselâ, mihraba geçtik ve insanlar da arkamızda saf bağladı. Tam o esnada gördük ki, arkamızda imamet vazifesini yapacak birisi var. Hemen geriye çekilmesini bilmeli ve onun imamete geçmesini temin etmeliyiz. Ve yine diyelim ki, yirmi-otuz sene değişik yerlerde hak ve hakikate hizmet ettik, işin tabiî seyri içerisinde insanların imreneceği, teveccüh göstereceği bir konumu bize emanet ettiler. İşte bu noktada her zaman kendimizi diken üstünde duruyor gibi görmeli ve: “Acaba bana ne zaman ‘gel’ diyecekler; diyecek de beni bu vebalden kurtaracaklar!” mülâhazasını taşımalıyız. Evet, çok rahatlıkla, bir dönem önünde yürüdüğümüz insanların arkasına geçebilmeli ve onları takip edebilecek kıvamda olmalıyız.

Eğer insan bu türlü bir niyet safveti ve mülâhaza duruluğu içinde değilse, yaptığı işe heva u hevesini karıştırıyor ve dolayısıyla halisane davranmıyor demektir. Evet, bir hizmet insanının, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği bir konumu sanki onun ebedî hakkıymış gibi korumaya çalışması ve bu konuda bir ceht ve gayret içinde bulunması onun samimiyetsizliğine delalet eder. İhlâs ve samimiyetten mahrum böyle insanların arasında ise, her zaman münazaa ve münakaşa çıkabilir. Hâlbuki Kur’ân talebelerinin arasındaki münasebet kardeşlik münasebeti olmalıdır. Yaş, baş, bilgi, kıdem meselesi esas ölçü ve kıstas değildir. Dünyevî hedef ve maksatlarda pek çok makam bulunabilir. Ama kardeşlik söz konusu olunca, artık herkes aynı çizgi üzerinde yan yana gelmiş fertler gibidir. Dolayısıyla kendini iman ve Kur’ân hizmetine adamış bir fert, hangi sahada olursa olsun, hangi konumda bulunursa bulunsun her zaman iki adım geriye çekilmeye hazır olmalıdır. Aksi takdirde, hayırlı bir iş için yola çıkmış insanlar arasında dahi, enaniyet ve bencillikten kaynaklanan kavgalar, vuruşma ve didişmeler kaçınılmaz olur. Bunun neticesinde de ihtilaf ve iftiraklar ortaya çıkar, tevfik-i ilâhî kesilir. Rabbim hepimizi böyle feci bir akıbete sebebiyet vermekten muhafaza buyursun! Her birimizi ihlâsa kilitlenmiş ve ihlâsa erdirilmiş kullarından eylesin!

7 Şubat 2011 Pazartesi

Şahin Toprak: Kur’ân-ı Kerim’le İrtibat

Şahin Toprak: Kur’ân-ı Kerim’le İrtibat

Kur’ân-ı Kerim’le İrtibat



Soru: 1) Ashâb-ı Kirâm’ın her hadisede Kur’ân-ı Kerim’in yol göstericiliğine mazhar olduklarını ve her adımlarını Kurân’ın teşvik ve ikazlarına göre attıklarını görüyoruz. Kur’ân’dan her an hayatımıza yön veren bir kitap olarak istifade edebilmemiz hangi hususlara bağlıdır?

-Uzun zamandan beri Kur’ân bir gurbete mahkum edilmiştir. Son dönemler, âhirzamana ait hadis-i şeriflerde ifade edildiği üzere, “Kur’ân-ı Kerim’i okurlar ama gırtlaklarından aşağı inmez” sözleriyle tarif edilen insanların yaşadığı zaman dilimleri gibidir. (01:01)

-Esasen, kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve irade’siyle yazdığı ve bir plân, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabıdır. Bundan başka, Allah’ın bir de Kelâm sıfatından gelen Kur’ân kitabı vardır. Kur’ân, kâinatı anlatır, kâinattaki eşya ve hâdiselere ışık tutar. Fakat, maalesef birkaç asır evvel biz bu iki hakikati ve iki kitabı birbirinden kopardık; kalb ve kafayı ayırdık. İslam’ın kalbi ve ruhî hayatından uzaklaştık. Dolayısıyla da Kur’ân’ın mesajlarını anlayamaz ve hayata hayat kılamaz bir hale düçar olduk. (01:43)

-Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde, “İnsanlar, öyle bir zamanı idrak edeceklerdir ki, o dönemde Kur’ân bir vadide, onlar da başka bir vadide olacaklardır.” Yani, o devrin insanları Kur’ân’la aynı vadiyi paylaşamayacak, yeni ifadesiyle, aynı düzlemde buluşamayacak, farklı farklı kulvarlarda bulunacaklardır. Dolayısıyla Kur’ân, onu okumayan, onda ne olduğunu bile merak etmeyen ve ondan istifade etmeyi hiç düşünmeyen insanların evlerinde, gönüllerinde garip kalacaktır. (04:20)

-Kur’ân-ı Kerim’in muarızları da hiçbir dönemde eksik olmamıştır. Dünden bugüne Kur’ân’a hasım kimseler, onu ortadan kaldıramasalar ve tahrif edemeseler bile, insanları ondan uzaklaştırmak için var güçleriyle çalışmışlardır. Hatta bazı dönemlerde Kur’ân talimini bile yasaklamış; bir köy hanında ya da hayvan ahırında gizlice Kur’ân öğretildiği haberini alınca hemen orayı basmış ve küçücük çocukları tüfeklerin uçlarına takıp duvarlara, taşlara çarpmışlardır. Kaba kuvvete başvuramadıkları dönemlerde de değişik şüphe ve tereddütlerle müslümanlarda fikir kaymalarına sebebiyet vermişler ve müminleri Kur’ân’a yabancılaştırmışlardır. (05:15)

-Kur’ân’ı hayatımıza hayat kılabilmemiz için her şeyden önce yaratılışımızın gayesini iyi anlamamız, imanda derinleşmemiz, İslâmiyetin hakkaniyetine yürekten inanmamız ve sadece onu ikâme etmek için yaşamamız lazımdır. Bunun için de evvela kendimizle yüzleşmemiz, ihmallerimizi gözden geçirmemiz ve tamir edilmesi gereken hususları tamire çalışmamız gerekmektedir. Bu arada unutulmamalıdır ki, asırlardan beri rahnedâr olmuş, bütün surlarında gedikler açılmış ve burçları yıkılmış bir kaleyi çabucak tamir etmek mümkün değildir. (07:30)

-Kur’ân’da hayatın her birimine ait mesajlar ve her türlü probleme karşı çareler mevcuttur. O mesajları ve çareleri duyup görebilmek öncelikle buna gönülden inanmaya ve ciddi bir heyecanla Kur’ân’a teveccüh etmeye bağlıdır. Rasul-ü Ekrem Efendimize ve Ashâb-ı Kirâm’a çok şeyler söyleyen bir ayet, aynı inanç ve teveccühle onu okuyup dinleyen günümüz insanlarına da pek çok mesajlar verecektir. Mesela, İfk hadisesi üzerine nazil olan “O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nisbetinde cezası vardır. Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır. Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: “Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!” demeniz gerekmez miydi?” (Nur Suresi, 24/11-12) mealindeki ayetler bugün de anlayabilenlere onlarca mesaj vermektedir. (11:44)

-Cenab-ı Hak, “(Bu Kur’ân,) müttakîler için bir hidayet kaynağıdır.” (Bakara sûresi, 2/2) buyuruyor. Bu âyet-i kerimedeki هُدًى mânâ-yı masdarîdir. Bu ise, “Fert hidayeti bulma adına kendi çabası, gayreti olmaksızın hidayete eremez ve onunla hedeflenen noktaya ulaşamaz.” mânâsını taşır. Diğer bir ifadeyle, içinde şüphenin şemmesi olmayan bu kitapta müttakilere, aşkın bir hidayet-i rabbaniye vardır.. muttakilere vardır, zira onlar reyb ü şüpheden ârî oldukları gibi hem şeriat-ı garranın emirlerini yerine getirme konusunda, hem de şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine riayet bakımından hazır ve hakkı kabule teşne, dahası ön yargılı olmadıklarından böyle bir hidayetten istifade de ancak onlara müyesserdir. Ancak sayfanın sonundaki اُولٰئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ cümlesindeki هُدًى hâsıl-ı bi’l-masdardır. Yâni Allah’ın, kullarını hidayete mazhar etme adına yarattığı illet-malul münasebeti söz konusu olmaksızın dilediği kullarına bahşettiği ve هُدًى ile ifade edilen vâki bir hidayettir. Buna ulaşabilmenin, bu kapıyı aralayabilmenin ve Kur’ân’dan istifade edebilmenin yolu ise, لِّلْمُتَّقِينَ kaydından anladığımız kadarıyla, takva dairesi içinde bulunmaktır. (13:45)

-Kur’ân-ı Kerim’i hem okuma hem de dinleme mevzuunda değişik seviyeler, farklı farklı duyuş ve hissedişler vardır. Hak rızasına ulaştıracak bir okumada, okuyan insan her şeyi nazarından silip sadece Allah’a müteveccih olmalı; dinleyenler de, ses ve nağme kime ait olursa olsun, Kur’ân’ın kendisini, ilahi kelamın mana ve muhtevasını dinlemeye çalışmalıdır. Üstad Hazretleri’nin ifadesiyle, Kur’ân-ı Kerim’i, Mütekellim-i Ezelî’nin Rasûlü Ekrem’e tekellümünü dinler gibi; Cebrail (aleyhisselam) ile Peygamberimiz arasındaki tebliğ-tebellüğü dinler gibi, Efendimiz’in fem-i mübarekinden dinler gibi dinlemek esas olmalıdır. (20:00)

Soru: 2) Ümmet-i Muhammed’in bükülen kaddinin doğrulması yolunda yapılan faaliyetlerin Kur’ânî olup olmadığını belirlemek herkese müyesser midir? Kur’ân-ı Kerim’le irtibatın bu vechesi ile alâkalı mülahazalarınızı lutfeder misiniz? (24:14)

- مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ - Bir şeyi talep eden, talebinde ciddi olur ve gereken gayreti gösterirse istediğini elde eder. (24:44)

-“İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir.” (Necm sûresi, 53/39-41) (25:08)

-Yollar yürünerek alınabilir; zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabilir; azimle yola koyulan ve yolculuğun gereklerini yerine getirenler hedeflerine nail olurlar. (25:21)

-Şiddetli talep çok önemlidir. “Ne olur, bahtına düştüm; bana anlaşılması gerekli olan şeyleri doğru anlamayı lutfeyle. Beni onda muvaffak eyle. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât) doğru anlayayım. O’nun yolunu doğru anlayayım!..” diyerek Allah’a teveccüh eden ve bu mevzuda çırpınıp duran bir insan katiyen eli boş dönmez. (27:00)

-Maturîdî akîdesi zaviyesinden meseleyi şöyle de değerlendirebilirsiniz: Bir kısım mevhîbe-i ilahiye, kulun iradesinin hakkını vererek ortaya koyacağı yüksek bir performansa karşılık Cenâb-ı Hakk’ın önceden bahşettiği bir avanstır. Zira Allah Teâlâ insanların ne yapacaklarını ve nasıl hareket edeceklerini ilm-i ezelisi ile bilir. Bu türlü bir tecellî bazen kulun teveccühünün önüne geçer; bazen de kulun ciddi bir im’an-ı nazarını ve kararlı bir konsantrasyonunu takip eder; ne var ki, her iki durumda da, zihin, his ve şuur üstü bir ekstra teveccüh söz konusu olur. Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımıyla, “Allah Teâlâ, Râsul-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in istikbalde yapacağı şeyleri bildiğinden dolayı O’na sanki bir avans vermiştir.” Aynı mülahaza sair enbiya ve evliya için de söz konusudur. (28:05)

-Kendime küskünüm ben!.. O Kelâm-ı kadîme karşı.. (vefalı olamadım.) Hâfızıyım, senelerden beri de namazımı onunla kılıyorum ama kendime küskünüm ben!.. Ona karşı öyle vefalı olunmazdı.. ona karşı. Bir iki saat uyku yeterdi. Kalkıp sokak sokak dolaşmak ve her kapıyı çalmak gerekirdi. Delice değil, üslubuyla, akıllıca.. o insanların hissiyatı da hesaba katılarak, ciddi bir empati mülahazasıyla... Küskünüm kendime.. vefasız insan.. keşke hep Kur’ân için yaşasak!.. (34:10)

Nimetleri Kelam-ı Nefsîyle Seslendirme

Soru: Muhterem Efendim! Tahdis-i nimet ne demektir? Kelam-ı nefsî ile tahdis-i nimet nasıl olur? İzah eder misiniz?

Cevap: Tahdis-i nimet, insanın, Cenâb-ı Hak tarafından kendisine bahşedilen lütuf, ihsan ve nimetleri şükür mülahazasıyla dile getirip seslendirmesi demektir. Başka bir ifadeyle, o, niam-ı ilâhîyi, fahir malzemesi olarak kullanmamak; ancak onları görmezlikten gelme gibi bir hatanın, bir nankörlüğün içine de düşmemektir. Bu da, ihsan ve ikramları inkâr etmeksizin, o nimetleri gerçek Sahibine vermekle olur. Yani insanın “Mazhar olduğum bütün bu nimetler; havl ve kuvvetiyle bana lütuflarda bulunan, bana iş yapma istidadı veren, ümit, aşk ve iştiyakla kuvve-i mâneviyemi takviye eden, beni isabetli yollara yönlendiren, hak ve hakikate hidayet buyuran Zât’a aittir.” mülâhazalarıyla hareket etmesidir. Bu düşüncenin kaynağı ise Duhâ sûresinde Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), hitaben buyrulan;

وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
“Şimdi gel Rabbi’nin nimetini anlat da anlat!” (Duhâ sûresi, 93/11) âyet-i kerimesidir.

Duhâ Sûresinde Zikredilen Hususî Nimet ve Lütuflar

Cenâb-ı Hak, Duhâ sûresinin başından itibaren Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât) üzerindeki hususi nimet ve lütuflarını tadat buyurmuş, sûrenin sonundaki mezkûr âyetle de, O’ndan bu nimetleri yâd edip dile getirmesini istemiştir. Sûreye, Güneş’in yükselip parlak hâline ulaştığı kuşluk vaktine yemin edilerek başlanmış, ardından da tamamen kararıp sükûna erdiği esnadaki geceye yemin edilmiştir. Kuşluk vaktine kasem edildikten hemen sonra gecenin en karanlık anına yemin edilmesi, üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Zira karanlığın zirvede olduğu nokta, aydınlığa açılma ufkudur. Evet, bu an, aydınlığın rampası, limanı veya meydanı gibidir. Ortalığı kaplayan o koyu karanlık şafakla yırtılacaktır. Her ne kadar bu en karanlık anın akabinde bir fecr-i kazip zuhur etse de, Üstad Hazretlerinin yaklaşımıyla fecr-i kazip fecr-i sadığın en sadık emaresidir. Çünkü ondan sonra mütemadi gece sona erecektir.

Cenâb-ı Hak işte bu iki önemli hususu dile getirdikten sonra;

مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلٰى
“Allah sana ne darıldı, ne de seni terk etti.” (Duhâ sûresi, 93/3) buyuruyor. Burada geçen “وَدَّعَ” kelimesi, tef’il babında kullanılmıştır. Bilindiği üzere tef’il babı teksir ifade eder. Buna göre âyet-i kerimenin meâl-i münifini; “Allah Seni hiçbir zaman kat’iyen terk etmedi.” şeklinde ifade edebiliriz. Mefhum-u muhalifiyle ele aldığımızda ise âyetten: “Allah maiyetiyle her zaman seni teyit etti.” sonucuna ulaşırız.

Bir sonraki âyette ise;

وَلَلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولٰى
“Elbette senin için her zaman, işin sonu, başından, bir sonraki halin öncekinden daha hayırlıdır.” (Duhâ sûresi, 93/4) denilerek muştu dolu bir başka nimet daha zikredilmektedir. Umumi mânâda düşündüğümüzde bu âyet ile, evvelen ve bizzat O Ferîd-i Kevn ü Zaman’a, sâniyen ve bi’l-araz da O’nun ümmetine; bugüne göre yarının, bu hâle göre bir sonraki hâlin, merkezdeki sınırlı açılıma kıyasla muhit hattındaki geniş çemberin ve neticede dünyaya göre Cennet ve rü’yetullahla noktalanan ahiretin müjdesinin verildiğini söyleyebiliriz. Resûl-i Ekrem Efendimiz’e bahşedilen hususi lütuf ve ihsanlar sayılırken bu müjdenin ayrı bir yeri ve konumu vardır. Zira “Sebep olan yapan gibidir.” kâidesince, bugün insanlığın sahip olduğu değerler manzumesi, Allah Resûlü’nün elinden ve sinesinden onların gönüllerine aktığı için, onların işledikleri hasenatın bir misli de O’nun defter-i hasenatına yazılmaktadır. Dolayısıyla bütün bunlar O’nun terakkisine vesile olmakta, mübarek ayaklarının altında O’nu sürekli yükselten birer basamak hâline gelmektedir. Düşünün ki, bugün itibarıyla yeryüzünde bir buçuk milyara yakın Müslüman var. Eğer bunların bir milyarı şöyle böyle namaz kılıyorsa, bu demektir ki, bir milyar insan Fahr-ı Kâinat Efendimiz’e günde beş defa salât u selâm getirmektedir. Ayrıca namaz dışında da, mü’minler, her gün değişik vesilelerle O’na salât u selâmda bulunup dua etmektedir.

Aslında bütün peygamberler (Allah’ın salât ve selâmı Efendimiz’e ve onların üzerine olsun) iyi birer rehber olmaları itibarıyla hep doğruyu temsil etmiş ve insanları hep hakikate yönlendirmişlerdir. Fakat öyle peygamber gelmiştir ki, ümmetinin sayısı iki-üç insanla sınırlı kalmıştır. Buhârî ve Müslim’de geçen bir hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: “Geçmiş ümmetler bana gösterildi. Peygamber gördüm, yanında üç beş kişilik küçük bir grup vardı. Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Ve peygamber gördüm, yanında kimsecikler yoktu. Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı. Onları kendi ümmetim sandım. Bana ‘Bu topluluk Musa ve ümmetidir, sen ufka bak!’ dediler. Baktım; büyük bir insan topluluğu. Sonra bana diğer tarafa da bakmamı söylediler. Baktım; orada da büyük bir insan topluluğu. ‘İşte bütün bunlar senin ümmetindir. İçlerinden hesapsız-azapsız Cennet’e girecek yetmiş bin kişi vardır.’ dediler.” (Buhari, Rikak 50; Müslim, İman 374)

Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, Allah Resûlü’nün (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) ümmeti bütün peygamberlerin ümmetinden çok daha fazladır. Belki zahiren ümmet içerisinde görünen ancak ümmetliğini koruyamamış insanlar da vardır. Ama ümmet unvanıyla ele alınacak, Hazreti Muhammed Mustafa’nın (aleyhissalâtü vesselâm) milleti diyebileceğimiz insanların sayısı, başka hiçbir ümmette olmayacak ölçüde çoktur.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın O’na büyük birer lütfu olan bütün bu nimetlerin hepsine ima ve işaret nevinden Duhâ sûresinin sonunda Allah (celle celâluhu) buyuruyor ki; Seni istihdam eden ve sana bu lütuflarda bulunan Allah’ın üzerindeki nimetlerini yâd et.

Hepimiz Birer Damladan İbaretiz

Tabiî, O’nun izini takip eden, ihlâs ve samimiyet içinde iman ve Kur’ân hizmetinde koşturup duran, kendini o yola vakfetmiş bulunan adanmış ruhlara da yol boyu Cenâb-ı Hakk’ın hususi lütuf ve ihsanları söz konusu olabilir. Hizmet yolcusu, bu özel teveccüh ve iltifatları gördüğünde şükran hisleriyle dolup iki büklüm olmalıdır. Yapılan hizmetlerde kendisine bir hisse çıkarmayan, o istikamette bir niyet ve beklentisi olmayan insanlar da bu lütuf ve nimetleri seslendirebilir, hatta minarenin şerefesinden bir hakikati haykırıyor gibi, bunu avaz avaz ilan edebilir. Fakat bu noktada, o lütuf ve nimetleri, bir fahir malzemesi olarak kullanmamak çok önemli bir esastır. Zira insan bazen kendisine bahşedilen ihsan ve ikramları seslendirirken, kendisi işin içinde bulunduğundan dolayı, kendini ifade etme, kendini seslendirme gibi bir arzuya da kapılabilir. Bu mevzuyla alâkalı hiç unutamadığım bir hâdiseyi daha önce size anlatmıştım. Şöyle ki, bir müessesenin açılışında konuşma yapan bir zat, yapılan faaliyetleri anlatırken şu mealde bir şey demişti: “Bugüne kadar çalışıp gayret ederek bizdeniz bu okulu yaptık.” Ben, bu garip, tuhaf ve yanlış ifadeyi hiç unutamadım. Keşke unutabilseydim. Çünkü o sözü hatırlayınca sözün sahibini de hatırlıyorum. Rabbim taksiratımı affetsin!

Hâlbuki inanan bir insanın düşüncesinde, ne “bendeniz”, ne “sizdeniz” ne de “bizdeniz” olamaz. Biz hepimiz, bırakın denizi birer damladan ibaretiz, birer “bende”yiz. Dolayısıyla bir mü’min konuşurken, “Bakın, bu işin içinde biz de varız!” mânâsını ihsas edecek bir konuşmaya girmemelidir. Hatta konuşmaktan da öte, asıl insanın içinde, kalbinin derinliklerinde kendini anlatma ve kendini ifade etme gibi bir derdinin olmaması gerekir. Yoksa söz ve lafız çok güzel olsa da, içteki arzu ve temayül bazen mimiklere akseder. Çehreyi iyi okuyan, fizyonomiden mânâ çıkaran erbab-ı firaset de meselenin esrar-ı derununu keşfeder. Evet, ehl-i firaset, kendini anlatma derdine düşmüş kişinin yüzünün mimiklerinden, ağzının hareketinden, gözünün irisinden, sesinin dalga dalga yükselişinden onun iç dünyasını okuyabilir. Elbette ki, melekler de dışa yansıyan onun bu hâlini anlarlar. Allah zaten muhit ilmiyle her şeyi bilir. Dolayısıyla böyle bir tavır ve düşünce önce Allah’a, sonra meleklere, sonra da erbab-ı firasete karşı işlenmiş bir ayıp olur. Hâlbuki biz biliyoruz ki, başarı ve muvaffakiyetleri ihsan eden Allah’tır. Melekler de, O’nun inayetinin bir vesilesi olarak, kuvve-i mâneviye adına çok defa bizleri teyit ve takviye etmiştir. Onlar çepeçevre etrafımızı sarmış ve üzerimize sekine ve itminan boşaltmıştır. Rahmet kanatlarıyla kuşatılan mü’minler de Allah’ın izni, inayet ve kilaetiyle durduğu yerde durmuş ve hiç sarsılmamıştır.

İşte tahdis-i nimetin tehlikeli olup olmaması bu tür iç mülâhaza ve niyetlere göre değişir. Meselâ bir insan Hz. Üstad gibi: “Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyerek takdir, teveccüh ve iltifatlara karşı açıktan açığa tavrını ortaya koyabilir. Fakat burada önemli olan, insanın söylediği her sözü, her kelimeyi kalbin kadirşinas kıstaslarıyla ölçüp biçip vizeye tâbi tutması ve her kelimeye hesap sormasıdır. Sen, gerçekten kendini beğeniyor musun, beğenmiyor musun, bunu test edeceksin. Meselâ birisi sana iliştiği zaman bir tepki göstermiyorsan bu sözünde sadıksın demektir. Diyelim ki birisi sana: “Haydi be solucan!” şeklinde tahkir ifade eden bir tepkide bulundu. Bu durum karşısında sen: “Hakikaten tam bana göre bir kelime buldun!” diyebilecek ölçüde hazm-ı nefs etmişsen kendini beğenmiyorsun demektir. Veya birisi kalkıp sana: “Senden ne hayır olur ki?” dediğinde, sen olumsuz bir tepki göstermeksizin: “Şimdiye kadar neden bir başkası bana bu doğru sözü söylemedi?” diyebilecek kadar rahatsan kendini beğenmediğin gibi bir sonuca ulaşabilirsin.

Ayrıca, yukarıdaki sözün bir gereği olarak seni beğenenleri de beğenmeyeceksin. Meselâ birisi yaptığın güzel hizmetler dolayısıyla takdirkâr ifadelerle seni methetti. Böyle bir durum karşısında, mahcubiyet ve hacaletle iki büklüm olmuyor, söylenen o sözlerden rahatsızlık duymuyorsan hilaf-ı vaki bir beyanda bulunduğuna hükmedebilirsin. Hatta bu noktada insan iç âlemini kontrol edemiyorsa daha öldürücü bir riya ve süm’a tehlikesiyle karşı karşıya demektir. Meselâ bir insan kendini beğenmediğini açıkça ifade eder veya tavırlarıyla kendini beğenmiyormuş gibi bir intiba uyarmaya çalışır. Ancak burada içten içe şöyle bir sinsi mülâhaza söz konusudur: Mahviyet ve tevazu ambalajı içinde estağfirullah yatırımı yapmak. Hatta bu hâlinin dalgalanarak başkalarına da ulaşmasını ve onların da: “Bak, bu insan kendini beğenmiyormuş. Kendini beğenenleri de beğenmiyormuş!” demelerini temin etmek. İşte insan, nefis ve şeytanın bu hile ve tuzaklarını göz önünde bulundurmalı; bulundurup en masumane tavır, davranış ve konuşmalarda dahi bir bit yeniği olabilir endişesiyle sürekli kendini kontrol etmelidir. İç mülâhaza ve niyetlerinde bulanıklık hissettiği zaman da, üzerindeki nimetlerin tahdisini, kelam-ı lafzî ile değil de, kelam-ı nefsî ile dillendirme gibi daha selametli bir yolu tercih etmelidir.

Melekler Dahi Muttali Olmasın

Bu düşüncenin, zihin ve kalbimize yerleşmesi için, bütün lütuf ve güzelliklerin Cenâb-ı Hak’tan olduğuna aksine ihtimal vermeyecek şekilde yürekten inanmamız gerekir. Zaten Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan açık ve net bir üslûpla bu hususu ifade etmiştir. O buyuruyor ki:

مَۤا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَۤا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ
“Sana gelen her iyilik Allah’tan; başına gelen her türlü kötülük ise nefsindendir.” (Nisâ sûresi, 4/79) Buna göre ayağınıza bir iğne batması, işlerinizde bir fiyasko ile karşılaşıp bir başarısızlığa uğramanız.. vs. hepsi sizdendir. Sağanak sağanak üzerinize yağan lütuf, ihsan, başarı ve muvaffakiyetlere gelince onların hepsi de Allah’tandır. İşte bu hakikate gönülden inanmak ve Kur’ân’ın verdiği bu ölçüye sımsıkı sarılmak gerekir.

Hâsılı, insan, bir taraftan kendisiyle yüzleşecek ve kendisini yerden yere vuracaktır. Âdeta kendisini iğneli bir fıçı içine koyacak ve yağını çıkaracağı ana kadar onu yayacaktır. Diğer yandan da derin bir muhasebe içinde, başkalarına açmadan kendi içinden yani kelam-ı nefsî ile: “Rabbim, mazhar olduğumuz bütün bu güzelliklerden dolayı Sana hamdolsun.” diyerek, oturup kalkıp tahdis-i nimette bulunacaktır. Dile dökmeden kalbinin sesi ile Allah’a yönelecek, içten içe şükür duygularıyla dolup dolup boşalacak, Rabb-i Kerim’inin lütuf ve ihsanlarını iç mülâhazalarla seslendirecektir. Hatta böyle bir iç mütalaada bulunurken bunu meleklerin ıttılaına açık noktalarda dahi yapmama gayreti içinde olacaktır. Diyecek ki: “Ya Rabbi! Meleklerin bile buna muttali olmasını istemiyorum. Ben sadece Senin bilmeni arzu ediyorum. Sana binlerce hamd ü senâ olsun ki, Sen, Habibine,

وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
buyurmakla bize de bu mevzuda bir işarette bulundun. Ben de o işarete uyarak tahdis-i nimette bulunuyorum. Ama bunu, benim Hafeze ve Kiramen Katibin meleklerinin dahi bilmesini istemiyorum. Madem bu mesele Seninle benim aramdadır. Sadece Senin bilmen bana yeter.”

25 Ocak 2010 Pazartesi

Dindeki Kolaylık Prensibi ve Büyüklerin Hayatı

Soru: Dinimizde zorlaştırmayıp kolaylaştırma ve nefret ettirmeyip müjdeleme genel bir kaide olduğu halde, İmam Gazzâlî ve Muhasibî gibi büyük zatların kalbleri titreten o yakıcı ifadeleri ve temsil ettikleri hayatın adeta yaşanmaz gibi görünmesi kimi zaman ümitlerimizi sarsmaktadır. Bu iki hususu nasıl telif edebiliriz?

Cevap: İmam Gazzâlî, toplumumuz tarafından çok erken dönemde tanınmış simalardan birisidir. Her ne kadar toplum olarak biz, onun İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Mişkâtü’l-Envâr ve Makâsıd gibi kitaplarını baştan sona okumamış olsak da, değişik eserlere nüfûz etmiş pek çok mülâhaza ve mütalâalarıyla karşılaşmış ve farkına varsak da varmasak da, onlardan istifade etmiş ve beslenmişizdir. Muhasibî ise, toplumumuzda son zamanlarda tanınmaya başlamıştır. Rabbim onun gibi bir zatın tanınmasına vesile olanları rızasıyla serfiraz kılsın. Bildiğiniz gibi “er-Riâye lihukukillah” isimli eseri de dilimize tercüme edilip yayınlanmıştır. Bu eserde de görüleceği üzere Muhasibî, ihlâs-riyâ gibi mevzularda hassas mı hassas, muhâsebe ve murâkabelerinde derin mi derin, emir ve yasakları yerine getirmede sübjektif mükellefiyet olarak hep azimet tercihinde bulunan devasa bir kâmettir. Mesela o, fiil ya da tavır değil, muvakkaten aklından geçen sevimsiz şeyler hakkında bile büyük günah işlemiş gibi ızdırapla kıvranır, “Benim aklım temiz olsaydı o kirin orada ne işi vardı!” anlayışıyla kendini levmeder ve sürekli derin bir hassasiyetle nefsini sorgulayıp hesaba çeker. İşte Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâlî ve Haris el-Muhasibî gibi zatların işi bu ölçüde sıkı tutup hayatlarını hep yüksek zirvelerde sürdürmeleri, bilhassa günümüzde, nazarlarını dinin kolaylık yönüne tevcih etmiş insanlar nezdinde yaşanması çok zor bir hayat çizgisi olarak telakki edilmektedir.

Fakat hemen ifade etmeliyim ki, bu zatlar, hiçbir zaman yaşadıkları bu hayatın herkes tarafından uygulanması ve ölçü olarak alınması gerektiği gibi bir iddiada bulunmamışlardır. Aksine dinin ruhunda bulunan o derinliği kendilerini bağlayıcı bir ölçü olarak kabul etmiş ve tercihlerini o istikamette kullanmışlardır.

“Benim sevdam nerede, sizin mülâhazalarınız nerede?”

İmam Gazzâlî ve Muhasibî’nin ortaya koydukları bu yüksek seviye sadece onlara mahsus da değildir. İslâm tarihi boyunca nice devasa insan, onların çizgisinde bir hayat yaşamışlardır. Mesela tâbiînin büyüklerinden Hasan-ı Basri veya hep hayranlıkla yâd ettiğimiz büyük kadın Râbiatü’l-Adeviyye gibi şahıslar da aynı düşünceleri paylaşır ve o derinlikteki bir hayatı tercih ederler. O büyük kadının büyüklüğüne bakın ki, tâbiîn-i izamdan olan ve bizim hadiste kudve, imam saydığımız iki zat, bir gün kendisini ziyaret ettiklerinde kulübeciğindeki o baş döndüren zâhidâne hayatı ve basit yaşantısını görünce, dayanamaz ve hayatını birazcık değiştirmesi tavsiyesinde bulunurlar. Bunun üzerine Râbiatü’l-Adeviyye, muhataplarını şöyle bir süzdükten sonra: “Allah Allah, Ben gıyabınızda sizi tanıyor ve belli bir seviyenin insanları olarak biliyordum. Fakat bu ne hâl! Benim sevdam nerede sizin mülâhazalarınız nerede! Sizin gibi belli bir konumu ihraz etmiş kişilerden nasıl böyle bir teklif sâdır olur. Milletin gözünün içine baktığı insanların sevdaları bu mu olmalıydı!” mânâsına gelecek ikazlarda bulunur.

Sahabe döneminde de, sahabe efendilerimizin kendilerine has o farklılık ve derinlikleri içinde, böyle bir hayat çizgisinin pek çok kahramanca misalini görürüz. Mesela Osman b. Maz’un, Abdullah b. Amr b. Âs ve Ammar b. Yasir gibi kimseler, ömür boyu oruç tutma ve sürekli namaz kılma şeklinde bir kulluk anlayışına girmiş, bunu hayata geçirme teşebbüsünde bulunmuş; fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) değişik hikmetlere binaen onları bundan men etmiştir.

Netice itibarıyla şunu söyleyebiliriz: Baştan beri misal kabilinden isimlerini zikrettiğimiz bu şahıslar, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) umum için bağlayıcı olmayan kulluktaki o aşkın ve farklı yanını keşfetmiş ve hayatlarını o farklılığa göre programlamayı kendilerine hedef bilmişlerdir. Bu yönüyle onlar, umum için objektif değildir. Evet, derinliğin sevdalısı bu insanlar vuslat mülâhazasına dahi girmeksizin sürekli gözyaşı dökerek yanıp yakılmayı, Allah uğrunda ızdırap çekmeyi hayatının gayesi bilmiş ve ona göre bir hayat ortaya koymaya çalışmışlardır.

İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ise muktedâ-yı küll ve rehber-i ekmel olduğundan, umumun söz konusu olduğu durumlarda umumun durumunu nazar-ı itibara almış ve herkesin kaldırabileceği bir kulluk anlayışının temsilcisi olmuştur. Mesela, insanları arkasına alarak namaz kıldırdığı durumlarda namazı çok uzun tutmamış ve imamlık yapan kimselere de bu mevzuda ciddi ikaz ve tavsiyelerde bulunmuştur. Fakat diğer taraftan İbn Mes’ud’un (radıyallâhu anh) anlattıklarına baktığımızda, Resûl-i Ekrem Efendimiz bir gece kendi evinde namaza durduğunda bir rekâtta Bakara, Âl-i İmran, Nisa ve Maide sûre-i celilelerini okumuştur. Bazen yerine göre savm-i visal yapmış; hiç yemeden iki, üç gün oruç tutmuş ve böylece kendi farklılığını ortaya koymuştur.

İşte Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhissalâtü vesselâm) o derin yanını yakalamış ve hayatlarını ona göre programlamış; tabir-i diğerle dindeki azimetlere ve mükellefiyetin en ağırına göre yaşamayı şiar edinmiş kişilere, günümüzdeki bir kısım insanlar, dini zorlaştırdıkları isnadında bulunmaktadırlar. Fakat fakir, hiçbir zaman, ne İmam Gazzâlî, ne Muhasibî ne de isimlerini sayamayacağımız daha nice selef-i kiram hazeratının yaşadıkları o dinî hayatı altından kalkılamaz, takat getirilemez bir din gibi görmedim. Elbette ki onların zirvelerde sürdürdükleri bu hayatı, umum için objektif bir yol ve yöntem olduğu iddiasında bulunmuyoruz/bulunamayız. Fakat objek-tif mükellefiyet sahasında görmesek bile, enginliğe açılmış ve hep yüksek uçan bu büyükleri tanıyıp bilmenin, bir gaye-i hayal olarak onları takip etmenin hadsiz faydaları vardır ve bizim kalb ve ruh hayatımızı istikamet çizgisi üzerinde sürdürmemiz adına çok önem arz eder.

Ufuk İnsanları Takip ve Bize Kazandırdıkları

Evvela o büyükleri her yönleriyle anlayıp idrak edemesek, kavrayıp yakalayamasak bile, yakalayabildiğimiz hususiyetleri itibarıyla bu durum, bizim için bir hedef ve ufuk teşkil eder, irfan ve mârifet kaynağı olur. Evet, onların dini yaşamadaki o baş döndüren hassasiyet ve derinliklerine, o aşkınlıklarına muttali olduğumuzda hayranlık duyar ve imreniriz. Böylece, bizim içimizde de mükemmeli yakalama adına bir niyet belirir, arzu ve iştiyak hissi hâsıl olur. Onların yaşadığı gibi yaşayabilmeyi, yani bütün yabancı mülâhazaları kafamızdan silip atarak Allah’a kilitlenebilmeyi, kendi uzaklığımızı aşarak O’na ulaşabilmeyi, ulaşıp mutlak kurbeti yakalayabilmeyi hedefler, bu yüce gayeye ulaşma peşinde oluruz; olur ve o gayeye ulaşamasak da ulaşma niyet ve gayretinin mükâfatını alırız. Çünkü mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.

Elbette ki, bir Yahya b. Saidü’l-Kattan, Şûbe b. Haccac gibi cismanî ve bedenî zevkleri terk edip kılı kırk yararcasına bir hayat yaşamak, üveyikler gibi sürekli yükseklerde uçacak bir azim, irade ve kararlılık ortaya koymak bir hayli zordur.

Öyle ki, Yahya b. Saidü’l-Kattan hazretleri için, “Hayatında tebessüm dışında güldüğüne hiç şahit olmadık.” deniliyor. Yakınında bulunan bir zat da onun için, “Ben onu çocukluğundan beri tanıyorum, değil günah, hatasına dahi şahit olmadım.” ifadelerini kullanıyor. Kalb ve ruh ufkunun kahramanı bu zat, aynı zamanda hadis ilminde de zirve bir insan olarak kabul edilir.

Şûbe b. Haccac’ın ise mekruh vakitler dışında hep namazla meşgul olduğuna dikkat çekilir. O da hadiste zirve insanlardan birisidir. Hadis diye rivayet edilen bir sözü ağzına alıp hafif bir dolaştırdığında çok rahatlıkla bu “Peygamber kokmuyor!” diyecek kadar o işin mütehassısı bir insandır. İşte bu ilim derinliği, bu ilim ufkuyla beraber aynı zamanda onlar, ibadet delisi ve Allah meftunu kimselerdir. Çok rahatlıkla diyebiliriz ki, beşeriyet onlar seviyesinde insan görmemiştir. Evet, kestirmeden ifade edecek olursak, onlar İslâm’ın bir mucizesidir.

Şimdi bu büyük zatların yaşadıkları hayata, ulaştıkları seviyeye bakıp “Böyle bir hayat yaşanamaz, yaşanması mümkün değildir!” diyerek onları tamamen mütalâadan dûr edersek yanlış yapmış ve böyle bir irfan menbaından kendimizi mahrum bırakmış oluruz. Zira bu büyük zatlar yaşadıkları hayat ve ortaya koydukları dinî düşünce ve telakkiyle bizim önümüzde bir ufuk açmakta, hedef belirlemekte ve gaye-i hayalimizin şeklini değiştirerek bizi meâliye müştak hâle getirmektedirler. Biraz önce de ifade edildiği üzere o hedef ve gayeye ulaşamasak bile nazarlarımızı onlara tevcih etmemiz neticesinde, hep yüksekleri kollar, himmetimizi âli tutar ve böylece sürekli bir inkişaf ve terakki yolunda bulunmuş oluruz.

Dava-yı Nübüvvetin Vârisleri

Bu arada şunu da belirtmemiz gerekir ki, dinî hassasiyet ve derinlikleriyle zirveleri tuttukları hâlde düşünce ve mülâhazalarını herkese göre kalibre ederek sunabilen mânâ âleminin pek çok kahramanı da vardır ki, biz onlara “dava-yı nübüvvetin vârisleri” diyoruz. Onlar bir taraftan yüce hakikatleri, ulvî meseleleri zirvelerde kavrar, her zaman şahikalara açık durur ve ona göre bir hayat yaşarlar. Diğer taraftan yukarılardan çok derince aldıkları o meseleleri bizim seviyemize inerek, bizim üslûbumuzla anlatma maharetini gösterirler. Başka bir ifadeyle dava-yı nübüvvetin vârisleri, avamın seviyesini nazar-ı itibara alarak hareket ederler. Bu aynı zamanda ilâhî ahlâktır. Çünkü ilâhî beyan, beşerin idrak seviyesini itibara alarak onlara seslenmiştir. Eğer Allah (celle celâluhu) kendi azametine uygun, vahidî veya celalî bir teveccühle bizimle konuşsaydı, gökler ötesinden gelen o beyan-ı ilâhîden hiçbir şey anlamaz ve Hz. Musa gibi hepimiz bayılır yere düşerdik. Fakat Cenâb-ı Hak idrak seviyemizi gözetmiş ve ona göre bize hitapta bulunmuştur. Aynen bunun gibi, dava-yı nübüvvetin vârisleri de, farklı yorumlara çekilmeksizin, herhangi bir tevil ve tefsire uğratılmaksızın meseleler din-i mübîn-i İslâm’a göre nasıl anlaşılması gerekiyor ve insanların seviye ve konumu neyi iktiza ediyorsa, hak ve hakikatleri ona göre ifade etmeye çalışmışlardır.

Esasında sorunuzda ismi geçen Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâlî Hazretleri de umumu ilgilendiren pek çok meseleyi bu üslûp ve tarzda ele alıp insanlara sunmuştur. İhyâu Ulumi’d-Dîn adlı eserine bakıldığında, bilhassa ibadet ü taat ve itikada müteallik meselelerin usûlü’d-din ulemasının ele alıp anlattığı tarzda ele alınıp takdim edildiği görülecektir. Tabiî bu gibi zatların, belli bir seviye ve konumu ihraz etmiş kişilere yönelik, bir mânâda onlara has beyanları da söz konusudur.

Aslında siyer-i nebevîye bakıldığında, Peygamber Efendimiz’in de (sallallâhu aleyhi ve sellem), umum ashabına seslenirken ifade etmediği bir kısım hakikatleri bazı sırdaşlarıyla paylaştığını görebiliriz. Çünkü O Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), öyle bir hususiyeti vardı ki, O’nun o bitâneliğine (sırdaşlığına) Cibril (aleyhisselâm) bile koşuyordu. Çünkü O, “

أوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ نُوري

– Allah’ın ilk yarattığı, benim nurumdur.” (Keşfü’l-hafâ, 1/311-312) hakikatinin kahramanıydı, hakaik-i eşyanın özüydü. İlk haric-i vücut nokta-i nazarından fizik âlemi itibarıyla var edilen O’ydu. Ezelî olmasa da ezele en yakın duran da O’ydu. İşte İki Cihan Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu yönü itibarıyla Hz. Huzeyfe ve Ebû Hüreyre (radıyallâhu anhüma) gibi “bitâne”leri vardı. En çok hadis rivayet eden sahabi unvanıyla serfiraz Hazreti Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem), duyduğu hadislerin yarısını rivayet ettiğini ifade etmiş ve şöyle demiştir: “Eğer Efendimiz’den duyduğum hadislerin diğer yarısını da size söyleseydim, şu boynum uçurulurdu.” Demek ki, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), hususî mahiyette ona söylediği, ciddi derinlikleri olan hususlar vardı ve bunlar herkesi alâkadar eden şeyler de değildi. Belki özel olarak Hazreti Ebû Bekir, Selman-ı Farisî veya İbn Mes’ud gibi kimselere fısıldadığı mevzulardı. Bu sahabi efendile-rimiz de o hakikatleri anlayabilecek muhatap bulduklarında, onlara zahirî ahkâmın yanı sıra daha başka hakikatleri de dile getirdiler. Demek ki ifade edilecek hususlar muhatabın konum ve seviyesine göre farklılık arz edebilmektedir.

Bütün bunların sonucunda şunları söyleyebiliriz: Biz de has dairede konuştuğumuzda muhataplarımızın seviyesine göre, o büyük insanların hassasiyet ve derinliklerinden kareler arz edebilir, hayranlık uyandıran o hayatları imrendirici bir üslûpla takdim edip mütalâaya sunabiliriz. Fakat umuma konuşurken belki ibret olması açısından bir iki kareyle onlardan bahisler açsak da, genel üslûbumuz itibarıyla anlatacağımız hususların herkes için geçerli olabilecek objektif meseleler olmasına dikkat etmemiz gerekir.

Evet, dini yaşanmaz hâle getirmemek, getirip bu durumun mağlubu olmamak şartıyla kendi hakkımızda ince eleyip sık dokuyabilir, olabildiğimiz ölçüde hassas bir çizgide hayatımızı sürdürebiliriz. Fakat umum söz konusu olduğunda daireyi geniş tutmalı ve çevremize hep hüsnüzan nazarıyla bakmasını bilmeliyiz.

Mesela halis bir mü’min kendisi hakkında, fiil veya tavır değil, rıza-ı ilâhîye muvafık olmadığını düşündüğü bir kısım tahayyül ve tasavvurlar için dahi günah işlemiş gibi ızdırap duyabilir; duyup nefsini yerden yere vurabilir; içinde bulunduğu imkânları rantabl değerlendiremeyişinin hesabını yaparak ahirette bunların yüzüne çarpılabileceği endişesini taşıyabilir. Aynı şekilde çevresinde bunca güzel insan bulunduğu hâlde onların güzelliklerinden hız almak suretiyle niye çıtayı daha yüksek tutmadığını, niçin daha yüksek uçmadığını sorgulayabilir. İşte kendisine bakarken bu mülâhazaları taşımakla birlikte başkalarına gelince en küçük bir râh-ı selâmet ihtimali taşıyan şahıs için, Rabbimizin ona karşı rahmet ve mağfiretiyle muamelede bulunacağı ve çok küçük amellerle onu Cennet’e koyabileceğini düşünmelidir. Her ne kadar bu iki mesele birbiriyle çelişkili gibi gözükse de bilinmesi gerekir ki, dava-yı nübüvvetin vârislerinin takip etmesi gereken peygamberâne bakış açısı işte budur.